BERGENİN HAYATI
GERÇEKTEN İBRETLİK BİR AŞK.

BERGEN (1.Bölüm)

"Acıların Kadını" (1.Bölüm)

 
“DELİ GİBİ AŞIKTIM, BIRAKAMIYORDUM…”

“Ne aşktan zevk aldım ne de hayattan
Ümitsiz gayesiz dolaştım durdum
Mutluluk umarken sevgi beklerken
Bir kara sevdanın esiri oldum
Yazık oldu ömrüme
Yazık oldu gönlüme…”

“Yazık Oldu Ömrüme” 
Söz: Hamza Dekeli - Müzik: Mehmet Aslan
(“Garibi Çilesi Mezarda Biter” albümünden)


Bazı hikâyeleri yazmak zordur. Ne yazsanız eksik kalacak, parçalar bir türlü yerine oturup bir bütüne ulaşamayacaktır; daha kalemi elinize aldığınız ilk anda anlamışsınızdır bunu. Hayal gücünüzden katacağınız hiçbir şey yoktur çünkü o hikâyeye. Yaşanmıştır, gerçektir. Ve kahramanı çoktan ölmüş, onun hayatına tanıklık edenlerse bir daha konuşmamak üzere susmuş ya da susturulmuştur.

Bergen’in hikâyesi böyle bir hikâye. Çok dramatik, çok acı, çok çelişkili, çok sırlı, çok bilinmeyenli bir denklem. Henüz 30 yaşına yeni girmişken, sırtına sıkılan altı kurşunla hayata veda eden, şöhretinin zirvesinde bir şarkıcının, “acıların kadını”nın ya da sadece bu ülkede doğmuş sıradan bir kadının hikâyesi…

Başını değil belki ama sonunu iyi biliyoruz: “Acıların kadını boşandığı kocası tarafından öldürüldü!” O günlerde gazetelerin birinci sayfalarına çıkan haberlere Bergen’in vurulduğu yerde yüzükoyun kanlar içinde yatarken çekilmiş resimleri de eşlik etmişti. Neyse ki daha ölünün bedeni soğumadan “su testisi su yolunda kırılır”ı yapıştıracak kadar kötü kalpli (hatta kalpsiz) ve zalim değildik o zamanlar. Sade vatandaşından gazetecisine hepimiz üzüldük. Canımız acıdı.


Aslında ne ilk ne de sondu. Bu ülkede yıllar yılı bazı erkekler bazı kadınların hayatına ipotek koyuyor, kafası bozulduğu bir anda da o ipoteği sonsuza kadar kaldırıyordu. Bergen olayı bugün yaşansa Bergen yine ölürdü. Bu bir Tanrı yazgısı değil, insan elinden çıkma alın yazısıydı. Gazetelerin üçüncü sayfaları her gün bu kirli alın yazısının kurbanlarını ağırlar, bir hayatın yok edilişi iki satır bir fotoğrafa bakardı. Bu kez bir tek fark vardı. Bergen ünlüydü. Gazeteler, kurbanın kanlar içindeki fotoğraflarına bu defa üçüncü sayfalarını değil, birinci sayfalarını açmışlardı.
 
 
1986 yılında yer gök “Acıların Kadını”yla çınlarken, sırf merakımdan aldığım o kasetle tanıdım Bergen’i. Sonra “Acıların Kadını”ndan bir yıl önce piyasaya çıkarılmış “İnsan Severse” kasetini de buldum. “Acıların Kadını” plak olarak da yayımlanmıştı aslına bakarsanız ama kısıtlı öğrenci bütçesiyle arabesk albümlerin plak baskılarına üç katı para vermeyi gereksiz buluyordum o günlerde. Arabesk yoz müzikti. Bize öyle söylemişlerdi ve “kaliteli” müzik dinleyicileri olarak ne olsa mesafeliydik arabeske.

 
Gelin görün ki çok etkilenmiştim Bergen’den. Kapak fotoğraflarında tam da seksenli yıllar modeli kabarık saçlarıyla tek gözü kapatılmış, açıkta kalan diğer gözüne ise sanki özellikle fazla makyaj yapılmış, fotoğrafı delip geçen bakışına acı oturmuş bu gizemli kadının görüntüsü kadar sesi de can yakıcıydı. O meşhur şarkıyı ondan bir süre önce “Acıların çocuğuyum,” diye haykıran Küçük Emrah’ın sesi ne kadar çiğ, ne kadar yapay, hatta acıklı olmaktan öte acınasıysa, aynı şarkı Bergen’in sesinde o kadar gerçek, o kadar sahici tınlıyordu. Bütün o bildik arabesk oyunlarına, yerli yersiz gırtlak nağmelerine, şiveli Türkçe telaffuzuna, ağdalı, abartılı şarkı söyleme tekniğine karşın emsallerinde olmayan bir şey vardı onun sesinde. Onun söylediği arabesk değildi. Bergen arabeskin ta kendisiydi.


16 Temmuz 1959 günü Mersin’de dünyaya geliyor. Adını Belgin koyuyorlar. Annesi ebe, babası boyacı. Fakir ve mutsuz bir aile. Nitekim bir süre sonra anne ve babası boşanıyor, 1966 yılında Belgin annesiyle birlikte Ankara’ya taşınıyor. Mersin’de kalan babası ise bir süre sonra vefat ediyor.


Ankara’da Yenimahalle semtinde oturuyorlar. Belgin, Yunus Emre İlkokuluna gidiyor. Okulda mandolin çalıyor, şarkı söylüyor ve onun müziğe yatkınlığı öğretmenlerinin dikkatinden kaçmıyor. Nitekim ilkokulu bitirir bitirmez öğretmenlerinin teşvikiyle Ankara Devlet Konservatuvarının sınavlarına giriyor ve piyano bölümünü birincilikle kazanıyor. Konservatuvar müdürü Mithat Fenmen. Piyano öğretmeni ise Gülay Uğurata. İki yıl boyunca hem piyano, hem de viyolonsel eğitimi alıyor. Hayatını belki de tamamen değiştirecek, ona bambaşka bir kader çizgisi çizecek fırsat, ne çare kayıp gidiyor küçük Belgin’in ellerinden. Maddi imkânsızlıklar nedeniyle devam edemiyor okula.

Bergen’in 1988 yılında Bulvar gazetesi muhabiri Barbaros Yüksel’le yaptığı röportajda anlattıklarından: “Aslında benim hayatım sahnelere çıkmak isteyenlere örnek olmalı. Konservatuvarın iki yılını başarıyla tamamlamıştım ve maddi imkansızlıklar yüzünden okuyamıyordum. Okulumu çaresizlikler içinde bırakarak PTT’de memur olarak çalışmaya başladım.”

Memur olarak çalışabilmek için mahkeme kararıyla yaşını büyüttürüyor. Böylece resmi kayıtlara doğum tarihi 1959 değil, 1958 olarak geçiyor (halen mezar taşında da 1958 yazıyor.)


Tam da bugünlerde bir aşk hikâyesi geçiyor başından. Henüz 16-17 yaşlarındayken yaşadığı bu aşk hüsranla sonuçlanıyor ve derin izler bırakıyor Belgin’in hayatında. O yaşlarda ne kadar derin izler bırakabilir ki bir aşk hikayesi bir kız çocuğunun hayatında?.. Bırakıyor işte. İçine düştüğü bunalım yüzünden işinden de ayrılıyor. Ailesi parçalanmış, yoksulluk içinde bir çocukluk geçirirken aslında çocukluğunu hiç yaşayamamış genç kız, tam da genç kızlık çağlarının inişli çıkışlı ruh haliyle tutunduğu ilk dalın kırılıvermesinin hayal kırıklığında. Çok kırılgan ama bir o kadar da öfkeli. Yarım kalan aşk hikâyesindeki erkeğe mi yoksa hayata mı öfkesi, onu hiç sormuyor kendine.

“Evet, ilk arkadaşlığım da PTT’de çalışırken başladı. Bir gençle tanıştım ve kendimi ona teslim ettim. Genç kız Bergen o günden sonra kadın Bergen oldu. Aldatıldığımı anladım. Sonra insanlara karşı nefret duygusu uyandı.”

 

1977 yılında bir gece arkadaşlarıyla birlikte Ankara’nın meşhur gece kulübü Feyman’a gidiyor Belgin. Orada arkadaşlarının ısrarıyla sahneye çıkıp “Batsın Bu Dünya”yı söylüyor. Ve gece kulübünün patronu İlhan Feyman’dan hemen oracıkta gelen teklifi kabul ederek Feyman’da sahneye çıkmaya başlıyor.

Bir süre devam ediyor Feyman macerası. Şarkı söyleyerek para kazanmak mutlu ediyor onu. Küçük dünyası aydınlanıyor. Kim bilir, belki de günün birinde bütün ülkenin tanıdığı bir yıldız olmanın hayallerini kuruyor. Belki yazlık sinemalarda izlediği yerli filmlerin çalakalem senaryolarındaki kadar çabuk geleceğini sanıyor şöhretin. Bedelini ne kadar ağır ödeyeceğini hiç bilmeden.

Deli dolu, gözü kara bir genç kız olduğunu söylüyor onu o yıllardan tanıyanlar. Ama bir o kadar da saf ve iyi niyetli olduğunu. Çok güzel… Bir bakanın dönüp bir daha bakacağı kadar güzel. Sesi kadar, güzelliğiyle de izleyenleri kendine hayran bırakıyor. 

 
Ankara’dan sonra Adana’ya gidiyor çalışmaya. O yıllarda bir otomobil sahibi olmanın yaşadığı çevrede ona nasıl bir statü kazandıracağını, yıllarca boğazından geçen her lokmanın hesabını yapmışken, zenginlik ve refah göstergesi bir otomobille mahallesine dönmenin nasıl havalı olacağını düşünüyor. Düşünmeden imza atıyor önüne uzatılan kağıtlara. Güveniyor ona ekmek kapısı olan pavyonun sahibine.

Ölümünün ertesi günü Sabah Gazetesinde yayımlanan “Kendi Ağzından Bergen” başlıklı haberden: “Adana’dan gelen bir teklifle Ankara’dan ayrıldım. Adana’daki pavyon sahibinden sekiz aylık çalışma karşılığı bir otomobil istemiştim. Otomobili verdi ama kontratın sonunda geriye aldı. Arabayı benim üzerime yapmamıştı. Haciz geldi. Böylece sekiz ay boşa çalışmış oldum. Pavyon sahibi ile bu konuda tartışırken yanımda bir genç vardı ve beni teselli ediyordu. Bu ….. idi. Parasal yardımda bulundu. Pavyon sahibinin de arkadaşıydı.” 


İçine düştüğü sıkıntılı durumda ona yardım için uzanan ilk eli tutuyor. Hayatına altı kurşunla son verecek adamla o günlerde Adana’da tanışıyor ve bir süre sonra onunla birlikte yaşamaya başlıyor. Onu içine düştüğü zor durumdan kurtaran adama duyduğu minnet, bir yıl öncesinde kalan gönül yarasını sarmalıyor. Kim bilir belki de gece hayatının kurtlar sofrasında en çok ihtiyaç duyduğu şeyi, kızına kol kanat geren bir babanın şefkatini, güvenirliğini arıyor. Ama buluyor, ama bulamıyor.

Bergen’in 1988 yılında Bulvar gazetesi muhabiri Barbaros Yüksel’le yaptığı röportajda anlattıklarından: “Evet, minnet sevgisinden bir aşk doğdu ve nişanlandık. Ben sahneyi çok seven, açıkçası sanatına âşık olan bir kişiydim. ….. ise kıskanç bir insandı. İlk başlarda bana hissettirmemeye çalıştı. Ama sonradan ortaya çıktı. İlk dayağımı o zaman yedim. Beni sahneden aldı ve bir eve kapattı. İlk dayağımı …..’den yemiş oldum. Olaylar bir film şeridi gibi ilerliyordu. Nişanlandık, arkasından dayak fasılları başladı.”

Aynı röportajda dayak yediği halde neden hâlâ birlikte yaşamaya devam ettiğini ise bir tek cümleyle açıklıyor Bergen: “Deli gibi âşıktım, bırakamıyordum.”

 
Ta ki gerçeği öğrenene kadar… Yani nişanlısının aslında evli ve üç çocuklu öğrenene kadar.  Aralarındaki kaçma-kovalama da o günlerde başlıyor zaten.

“Kendime günlerce gelemedim. Nikâh sahteymiş. Ondan sonra bir süre görüşmedik. Ama ortada aşk vardı. Tekrar beni aradı. Ben de ne oldu anlayamadım, tekrar birlikte olduk. Olaylar hızlı bir şekilde gidiyordu. Durduramıyordum. Sonra ne mi oldu? Acı sona doğru ilerliyordum. Öyle bir ilerlemek ki anlatamam. Bana inkâr ediyordu… Durumun böyle olmadığını anlatıyordu. Ben inanmıyordum… İlişkimizin sonlarına doğru evde bir kadın külotu buldum. İşte o zaman tam anlamıyla yıkıldım ve Adana’dan Ankara’ya kaçtım.”

Ankara’da döndükten sonra tekrar gece kulüplerinde sahneye çıkmaya başlıyor Bergen.  Bu dönemde o günlerin (yıllar boyunca spor dünyasınca yakinen tanınan) meşhur zenginlerinden biriyle bir aşk hikâyesi yaşamaya başlıyor. Ancak erkek tarafının ailesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkıyor ve mecburen ayrılmak zorunda kalıyorlar.


1979 yılında Ankara’nın ünlü Başkent Gazinosunda Bülent Ersoy, İbrahim Tatlıses ve Müjde Ar’lı bir kadroda uvertür olarak sahneye çıkıyor. Bir süre sonra da eski nişanlısıyla tekrar barışıyorlar. O günlerde Bergen’in Adana’da annesiyle birlikte oturduğu evlerinde büyük bir yangın çıkıyor ve evdeki her şey kül oluyor. Evlerini tekrar dayayıp döşemelerine eski nişanlısı yardım ediyor. Bergen bir kez daha minnet duyuyor ona. Hatta barışmalarına kesinlikle karşı olan annesi dahi, bu olaydan sonra yumuşuyor.  

Fotoğraf Garip Özdel arşivindendir.
Hayatı boyunca kurtulamayacağını henüz bilmediği adamla bir kez daha gelgitli bir ilişki başlıyor aralarında. Defalarca ayrılıp barışıyorlar. Birbirlerini çok sevdiklerini söylüyor o günlere şahit herkes. Ne var ki alışageldiğimiz türden bir sevgi değil bu. Marazlı, öfkeli, tutkulu ve şiddetli bir aşk. Katil-kurban hikâyelerinin bilinmezleri giriyor devreye bu noktada, benzer yüzlercesinde olduğu gibi. Kimin kimi ne kadar sevdiğini, kimin kimden ne kadar nefret ettiğini, kimi kaçıp kimin kovaladığını ve hatta aslında kimin katil, kimin kurban olduğunun bile hiç bilinemediği o sırlı hikâyelerden biri…

“Zorla beni Kozan’a tekrar götürdü. Bir yıllık evlenmeme cezası bitmişti. Yine dayak yemeye başladım. Dayaktan bıkıp usanınca yine kaçtım ve annemle Ankara’ya gittik. Pavyonlarda çalışırken İzmir’den iyi bir teklif geldi. İzmir’e gidip bir pansiyona yerleştik.” (Bu röportajda her nedense evlendiklerinden bahsetmiyor Bergen. Oysa , 9 Ocak 1982 tarihinde Kozan’da resmi nikâhla evleniyorlar.)    

Bulvar gazetesi muhabiri Barbaros Yüksel’le yaptığı röportajda anlattıklarından:“Kaçtığımı öğrenir öğrenmez beni takip etmeye başladı. Son olarak İzmir’de bir pansiyonda buldu… Yüz vermediğim için beni tehdit ediyordu. Yüzüne kezzap atarım diyordu… Ama ben inanmıyordum… Yalan diyordum.”

Her an büyük öfke ve şiddet patlamalarına gebe böylesi ilişkiler, anlık kararların, şiddetli göz kararmalarının da gölgesini sürüklüyor peşinde. Bu hep böyle oluyor. Bergen yüzünün ve vücudunun kezzap yanıkları içerisinde kalacağı o meşum geceye adım adım yaklaştığını ise ne yazık ki henüz bilmiyor.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol